18 Mayıs 2024 - Cumartesi

Şu anda buradasınız: / Tuz Kokmadan Uyanmak…
Tuz Kokmadan Uyanmak…

Tuz Kokmadan Uyanmak… RIDVAN SEVİN

Maddi, coğrafi, manevi çalkantıların yoğunlaştığı bir devirde olduğumuz anlaşılıyor. Mü’minin vasfı burada ne olmalı?

Rasulullah (s.a.s) Mü’minin nimete erişmesinde de, musbibete uğramasında  da hayır olduğunu müjdeliyor. Zira birisinde şükür, diğerinde sabır vardır.(1) Burada önemli olan soru şu ki, cemiyetin tuzu olmaya namzet olan bizler bu dönemi nasıl karşılamalıyız? Toplumu suçlayıp fildişi kulelere çekilmek mi, ümmeti ayağa kaldırmanın aciliyetini anlayıp nefsinden başlayarak ıslah edici (salih) amellerde yarışmak mı? Kendisini aldatmakla meşgul olabileceğini fark edip “hesaba çekilmeden kendisini hesaba çekmek mi, yoksa o hesabı hiçbir garantimizin olmadığı o büyük güne bırakmak mı?

İnsanoğlu zayıf mahlûk. İhtiyaçları, hisleri makul düşünmesine engel. Ne zaman ki kıyamet kopar, o zaman ona: “Bugün gözün keskindir!” (2) denilir. Neden o gün “insana yargılayıcı olarak kendi nefsi yeter”? (3) Zira Dünya perdeleri gözlerden kalkmıştır. Düşünme şekli kökten değişmiştir. Dünyada burnundan kıl aldırtmayan insan, orada ciğerinin kaç para ettiğini kendi “keskin” gözleriyle görecektir. Neyi öncelediğini, neleri nelere feda ettiğini… Dünyada kendi kurduğu terazide neleri ağır bastıracağına hür iradesiyle karar veren insan, ahirette hür seçiminin mizanda tartılışına şahit olacaktır. Burada ne ağır bastı ise, orada da tabii ki o ağır basacaktır. Aslında çok basit ve öngörülebilir bir şey; ama fiiliyata gelince insanların tamamına yakını az veya çok yanılmış olacaklar, bugün yaptığımız hesaplar o gün şaşacaktır: “Eğer yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet gününde azabın fenalığından (kurtulmak için) elbette bunları fedâ ederlerdi. Halbuki (o gün) onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır.”(4) 

Dünyayı ahirete tercih etmenin yakîn’in şiddetine göre değişen dereceleri, kademeleri var. Herkes ahiretle ilgili kanaati ölçüsünde ona hazırlığa zaman ve güç ayırıyor. Burada biz, kendisini tevhide nisbet edenler neredeyiz sorusunu kendimize sorabilmeliyiz. Kendimizi ıslah etmeden cemiyetin kokuşmasını önleyecek tuz olamayız. Daha önemlisi, Sünnetullahın bir gereği olarak aslen gücümüz ancak kendimize yeter, her ne kadar nefsine söz geçirmek çok zor olsa da Kuran ve Sünnet’in hedefindeki en önemli husus bu olduğuna göre mümkündür. İnsan değişemeseydi bu kadar Peygamber gönderilmez, Rabbimiz hidayet rehberi kitaplar indirmezdi. Aslında bunun üzerine toplumu doğru yönlendirecek, irşad edecek bir zümre teşekkül edebilir. İnsan samimi talep ve gayretiyle şeriate uygun olarak ihlaslı bir amel yaptığında o salih bir ameldir. Ancak salih amel muslih’dir, yani ıslah edicidir. Hem kendini, hem de halka halka çevresini… Şahsi kanaatlerini ön plana çıkaran ve nefs-i emmarelerine tabi olan kimselerin, salih amel işleyebilmeleri mümkün değildir.(5)

Yaşarken hatasını idrak edebilmek her ademoğluna nasip olmayan bir nimettir. Allah Rasulü (s.a.s.)  "Allah (c.c), bir kulunun hayrını isterse, ona kendi içinden bir nasihatçi nasip eder. Böylece ona iyilikleri emreder ve onu haramlardan da sakındırır.” (6) Bir diğer hadisinde: “Başkasının kusurlarını anlatmak istediğinde, hemen kendi kusurlarını hatırla," (7) bir diğerinde ise: “Kendi kusurlarıyla uğraşıp başkalarının kusurlarını kurcalamaktan kendisini alıkoyan kimseye müjdeler olsun."(8) buyurmuştur. Ayrıca bir kişiye üç huyun ayıp olarak yeteceği konusunda ümmetini ikaz etmiştir:

1. Kendi utanç verici halini görmeyip, başkasındaki aynı kusuru görmesi.

2. Kendi utanç verici halini görmeyip, başkalarının aynı durumundan utanç duyması.

3. Oturup kalktığı kimselere sıkıntı vermesidir."(9)

Dünyada ahireti garantilemiş gibi yaşadığımızın farkında da değiliz. Bize sorulsa tabii ki akıbetimizden emin olmadığımızı söyleriz. Gel gelelim, afetler gibi toplumsal olaylar bakış açımızı ortaya koymaya yetiyor. Olaya inançsız bir insanın bakışı ile yan yana konulduğunda zor ayırt edilebilecek bir çerçeveden bakıyoruz. Bir taraftan ibret nazarıyla bakamadığımız için felaketin bize dokunmaması istiğna halimizi güçlendiriyor, kendimizi emin hissetmeye devam ediyoruz. Oysa “Gökte olanın sizi yere geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz? O vakit yer sarsıldıkça sarsılır”(10) buyruğu ezelden verilmiş. Diğer taraftan da Hak teala’dan daha merhametli olabileceğimizi zannediyoruz. Dünyadaki olayları serseri mayın gibi amaçsız dolaşan ve rast geldiğine vuran tesadüfi olaylar gibi gören zihniyetin etkisini üzerimizde gösteren hal ve değerlendirmelerimiz oluyor. Mahalle baskısının böyle hassas zamanlarda daha etkin hale geçtiği de bir gerçek. Bunun üzerine bir de, hadiselere materyalist gözle bakma hastalığının vahim bir neticesi eklenerek insanların korku veya ölüm halini nasıl yaşadıklarını içinde bulundukları şartlara bağlama yanlışı ekleniyor. Bunda da aldığımız seküler eğitimin etkisi göz ardı edilemez. Oysa İbrahim (a.s)’a ateşi serin kılan Rabbimiz, Rasulü vasıtasıyla şehidin ölümden acı değil, lezzet duyduğunu da bildirmiştir. Hadisi şeriflerde bunun birçok misalleri de vardır. Velhasıl, Allah Kitab-ı mübîn’inde “insanların çoğu yoldan çıkmışlardır”(11) buyururken, bizim düşünce, bakış ve bunlardan ortaya çıkan konuşma, yazma tarzımızın içinde bulunduğumuz toplumla farklı olamayışı bizim için felaket olarak yeterlidir.

Düzenli okurlarımız için tekrar olacak belki ama önemine binaen yine söyleyelim: Kalu bela’da Rabbimizin kim olduğunu kabul ve ikrar ettik. Dünyada bu sözüne sadık kalıp Mü’min olan kul, Rabbinden başka yaratıcı, sahip, kanun ve nizam koyucu, terbiye edici tanımaz. Rabbinin şeriatı üzerine arzda velayetin gereği vazifeleri yerine getirir, veya getirene tabi olur. Kanun, nizam, koruyuculuk, terbiye Allah (cc) adına ifa edilir ve bunda O’nun hükümlerinin dışına çıkılmaz.

Bu vazifelerin ifasında olsun, tabi olmakta olsun kusurlarımız hep olur. Bunlar harç ve kiremit gibi üst üste yığılırlar. Samimi, kalpten gelen bir istiğfar bir sadmede bunları dağıtır ama Şeytan’ın insana bunu yaptırmamak için türlü türlü hileleri vardır. Af dilenilmeyen hatalarımız artık yıkamayacağımız bir duvar olur ki artık onların temizlenmesi ciddi manada sarsılmamızla gerçekleşebilir.

Yine de, musibete uğrayan toplumları mahkum etmeye çalışmak bizi mesuliyet altına sokabilecek bir hata olur. Evet bunlar ikaz veya ibret olabileceği gibi, sabır imtihanı da olabilir, bize düşen ders ve ibretler çıkarabilmektir. En başta, Dünya hayatının ve nimetlerinin geçiciliği böyle zamanlarda yalın bir şekilde gözler önüne serilmektedir.

Dünya hayatının yeri Kur’an ve hadislerle ortaya konmuştur, misalleri bu yazının boyutunu çok aşar. Buna rağmen dünyevî bir musibeti ebedi hayat gözlüğü ile okumakta zorlanmaktayız. Halbuki bu musibetler ya günahlara keffaret, ya ibret ve tevbe vesilesi olacaktır. Kıyamet ve sonrasının dehşet ve zahmeti ki iman ve tasdik ettik, bu musibetlerle kıyas dahi edilemez. Dahası, bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelmeden cennete girecekmişiz zannetmememiz Kitabımızın bir buyruğu. O halde musibetlere “sabredenleri müjdele” övgüsüne mazhar olacak şekilde mukabele etmek gerekir (12)

Diğer yandan eksenlerimizin kaydığı, bakış açılarımızın yamulduğu böyle bir zeminde yerin kayması da bize bir şeyler anlatmıyorsa artık kâinat kitabını “Oku!” buyruğu gereğince okuyamıyoruz demektir. Kitab-ı Mübün’imizi ise şahsi kanaatlerimize delil aramak için okur olduğumuzu nicedir fark edemiyoruz bile. Önce yargıyı yapıştırıp, sonra içtihadı yapmak gibi bir bidat çıkartıp herkesi bidatçılıkla suçlayarak kendimizi iyi olan şeylere nisbet ediyoruz. Allah Rasulü buyurdular ki: "Sizden biriniz, kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki merteği unutur.”(13) Aslen Mü’minler arasında hüsnü zannın esas olup, ayıpladığı kardeşinin veya topluluğun kendisinden daha iyi olabileceğini düşünmek Kur’ani bir buyruktur.(14) Ancak en baştan tekfir ederek bu buyruğu es geçmek de ancak şeytanın aklına gelebilecek bir hiledir. Bu hastalığı Mü’minler arasında tefrika oluşturacak bir algı operasyonu yaymaktadır, o da insanları tekfir ettikten sonra hallerinin içtihadını yapan, bu konudaki rahat konuşmalarıyla yapılan işin İslam’a uygun olduğu algısını yaygınlaştıran tavırdır. Oysa başkasına yargı yüklemenin nefsimize toz kondurmaktan ne kadar kolay geldiğini bilmek için dönüp kendi nefsine bakabilmek gerekir ki takva burada belli olur. Rasulullah (s.a.s.) kardeşlikle ilgili uzunca bir hadisi şerifinde göğsüne vurarak: “Takva buradadır!” buyurmuşlardır.(15) Kendi nefislerinin savcısı, kardeşlerinin avukatı olamayan kimseler, İslam cemaati'nin muttaki bir ferdi olamazlar.(16)

İslam toplumundaki gruplama görüntüsünden çok ve tehlikeli afetler doğar. Esas olan taassubun hak için, İslam'ın hükümlerine boyun eğmek için olmasıdır. Bir disiplin ve o disiplinin şahısları ve siyaseti için taassupçuluk bunun yerine geçtiğinde, davet İslam için olması gerekirken, o disiplin için olur.(17)

Bu hastalıkları doğuran afetin Kitab’ı reyine göre tefsir olduğunu görmek gerekir. Hadis şerifin de bildirdiği üzere, Kur’an-ı Kerim’in hiç bir ayeti diğeriyle mücadele etsin diye inmemiştir. Rasulullah (s.a.s.), kendisine vahyedilen ayetlerdeki mânâyı en iyi anlayan ve en iyi uygulayan yüce şahsiyettir… Kur'ân'ı anlamak ve yaşamak isteyenler, yegâne hayat örneğimiz Rasulullah (s.a.s.)'in kavlî, fiilî ve takrirî sünnetini iyi öğrenmeli, bilmeli ve idrak etmelidir… Rasulullah (s.a.s.)'in Kur'ân'ı yorumlamasını ve uygulamasını bilmeyenler, Kur'ân-ı Kerim'i okuyarak, kendilerince yorumlayarak ve hevâlarınca uygulayarak, Kur'ân'dan yani Kur'an'ın gayesinden uzaklaşıp korkunç bir sapma ile sapıp giderler.

Amr b. Şuayb babasında, o da dedesinden bildiriyor:

Rasulullah (s.a.s.), bir kavimin Kur'ân konusunda münakaşa ettiğini işitti ve: "Sizden önceki kavimler bununla helâk oldular. Allah'ın Kitabı'nın bir kısmını, bir kısmı ile yalanladılar. Oysa Allah'ın Kitabı, bir kısmı, bir kısmını doğrulasın diye indirildi. Onun bir kısmını, bir kısmı ile yalanlamayın. Ondan bildiğinizi söyleyin, bilmediğinizi de bilene bırakın." Râşid halifelerden müctehid ve müceddid Ömer b. Abdülaziz (rh.a.), Kur'ân ve Sünnet konusundaki hakikati şöyle beyan ediyor: “Kitab'da (yani Kur'ân-ı Kerim'de hükmü bulunan meselede) hiç kimsenin görüş (beyan hakkı) yoktur. Önder âlimlerin görüş (beyan hakkı) ancak, hakkında ne Kitab (Kur'ân hükmü) inmiş, ne de Rasulullah (s.a.s.)'den bir uygulama geçmiş olmayan şeylerdedir.”(18)

Tunuslu ulemadan Muhammed Tahir ibni Aşur der ki: "Bu ümmetin sıkıntıları ve felaketleri, çoğunluk ulemanın yolundan ve zorlu konularda onlara başvurmaktan uzaklaşınca meydana geldi... ... Müslümanlar başarısız ve mutsuz oldu, rehberleri kılıç ve kavga oldu."

İnanç pazarında herkes kendi aklına ve arzularına göre seçim yapma imkanı bulduğu için Kur’an ifadesiyle din, “parça parça” edilmiş, pazara düşmüştür ve işportanın “seç al” kuralı burada da işlemektedir. Böylece Ehli Sünnet ve’l-Cemaat yerine bireysel Müslümanlıklar doğmaktadır. Buna post modern bir aşınma, esneme, hatta çözülme diyebiliriz.

Asrımızda İslam aleminde bir ulema otoritesi olmadığından eline Kur’an’ı alan kendi keyfine göre Kur’an’dan manalar çıkarıyor ve çıkardığı bu manaları “amentü esasları” diye etrafındaki insanlara ve Müslümanlara dayatıyor. Anlaşılan o ki, ulema otoritesinden uzaklaşma, dinden uzaklaştırıyor.(19)

Dolayısıyla yüce dinimizi bütünüyle algılayıp hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak ve dinlerini parça parça edip fırka fırka olanlara yönelik tehditten(20) kurtulmak ilk atmamız gereken adımlardan birisi olarak görünmektedir. Vahdet biiznillah bereketi getirecektir.

 

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

1-         Sahih-i Müslim. Suheyb b Sinan er Rumî (r.a)  rivayet etmiştir.

2-         (Ona) “Andolsun ki sen bundan gaflette idin. Şimdi gaflet perdeni açtık;) bugün gözün keskindir” (denir.) Kaf Suresi, 50/22.

3-         “Oku kitabını, bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter!” İsra Suresi, 17/14.

4-         Zümer suresi, 39/47.

5-         Hüsnü Aktaş, Mazlumlarla Sohbet, Misak Yayınları, 1989, s.15.

6-         Münavi, Feyzü’l-Kadir, 1/ 272 (419); Aclunî, Keşfu'l-Hafa, 1/ 78,

7-         Münâvî, age. 1/ 272 (419)

8-         Münâvî, age. 4/281 Ayrıca: Beyhakî, TirmizÎ

9-         Münâvî, age. 3/76; Ayrıca: Taberâni, Mucemü'l- Kebir, 2/168

10-       Mülk Suresi, 67/16.

11-       “Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır.” Maide suresi, 5/49.

12-       Ahmet Varol, Felaketler Karşısında Ümmet Dayanışması. Vuslat Dergisi, s:261 Mart 2023, s.52.

13-       Münzirî, et- Terğib ve't- Terhib, 3/236

14-       Hucurat Suresi, 49/11-13.

15-       Buhari, Edeb, 57; Müslim, Birr, 32.

16-       Hüsnü Aktaş, Age, s.24.

17-       Fethi Yeken, İslam’a Davette Fikri Hastalıklar, Ravza Yayınları, s.15

18-       Abdullah Dai, Ümmetin Helak Sebebi, Vuslat Dergisi, Eylül 2014.

19-       Mustafa Çelik, Misak Dergisi. sayı 295, s.23-25.

20-       “Dinlerini parça parça edip fırka fırka olanlar yok mu, senin onlarla hiçbir alâkan yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, yaptıklarını kendilerine bir bir haber verecektir.” En’am Suresi, 6/159.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul